Georges Perec’in Kayboluş’u

Bu romanın  sıradışılığı; önsözünden başlayarak, içindeki bölümlerin içeriğinde devam eder. Otuza yakın bölümü okumadan önce şöyle bir tarayıp bir başkasına aktarmanız istendiğinde susup kalır ve pek bir şey söyleyemezsiniz. Hele bu roman Fransızcadan bir çeviri ve Fransızca’nın en önemli ünlüsü olan  e sesinin hiç kullanılmadığı bir romansa…

Bitmedi; üstelik bu roman Türkçe’ye çevrilirken de e sesi hiç kullanılmamışsa işiniz iyice zorlaşır.

*Mağripli avukatların can pazarı,

* Nahif bir baritonun bir yıldırımla sonlanan kısa hayatı,

*Karnındaki yakut madalyonun hatırına bir piçin safkan İngiliz olarak kabulü,

*Bir sazanın padişahlara layık bir lokuma burun kıvırışı,

*Balık pilakisi yapmaya kalkışıldığında maruz kalınan sıkıntılar,

*Kur piyasasında doların aşırı güçlü oluşunu da ortaya koyan bir aşk masalı,

*Onyıllardır ortaya atılan yalan dolanın ipliği pazara çıkarılarak Titanic’in asıl  niçin battığı,

*Günahkar bir bücürün ahlakdışı yollardan papa olmasına ramak kalması, gibi bölümleri olan bir roman hakkında ne diyebilirsiniz veya nasıl bir ön fikir sahibi olursunuz romanı okumadan?

Kitabın çevirmeni Cemal Yardımcı:

“Fransızca’da e harfi kullanmamaya karar verdiğinizde kelime hazineniz yüzde 30-40 oranında daralıyor. Türkçe’de ise bu oran dörte bire iniyor. ‘Sen, ben, ve, -ken’ gibi kelime ve ekleri kullanamamak insanı bir hayli zorluyor” diyerek yaptığı işin zorluğunu gayet iyi özetliyor aslında.

“Ancak  sonuç olarak Türkçe’de dilime vurulan boyunduruğun  Perec’inkine kıyasla daha hafif olduğunu itiraf etmeliyim” diyerek de Perec’in hakkını Perec’e vermiş oluyor.

Öte yandan kitabın çevirisi hakkında da epey şeyler söylenmiş. Kitabın Fransızcasında Perec’in çok özel bir dile sahip olduğundan, ancak çeviride bu dilin yitirildiğinden dem vuruluyor. Bu konuda pek bir şey söylemeyi doğru bulmuyorum, çünkü ben Fransızca bilmiyorum. Romanın Fransızcasını okuyanlar itiraz ediyor ve romanın çevirisinin aslına göre daha az anlaşılır olduğunu ifade ediyorlar. Çeviride Perec’in de kaybolduğundan söz ediyor kimi eleştiriler. Ayrıca kitabın aslında bulunmayan 5.bölümün (yazar tarafından özellikle atlandığı halde) çevirmen tarafından 5.bölümün eklenmesine ve bölümün başında “Burada, kitabın yarı yazarı C. Yardımcı zorunlu olarak lafa karışır…” ifadesine itiraz ediliyor. Ama Fransız alfabesinde e 5.harfve çevirmen harfin sırasına uymuş aslında. Bizim alfabede ise e 6.sırada ve çeviride de 6. bölüm yok zaten. Yani çevirmen harfin alfabelerdeki sırasına göre 5. ve 6. bölümlerin yerini değiştirmiş.

Daha da ileri gidersek, Cemal Yardımcı, Kayboluş’un özgün metnine kendinden başka bölümler de eklemiş, başlıkları değiştirmiş, Perec’in kitabını başka bir kitaba dönüştürmüş. Örneğin, 17. bölümde,  Fuzuli’den, Bakî’den, Namık Kemal‘den, Fikret’ten, Hamid’den, Yahya Kemal’den, Tarancı’dan, Orhan Veli‘den, Karacaoğlan‘dan alıntılar var. Örneğin:

Aman candan usandırdı gazabdan yar usanmaz mı / Ufuklar yandı ahımdan, muradım mumu yanmaz mı?”

Çevirmen hakkında olumsuz eleştirilere katılmadığımı belirtmek istiyorum ve çevirmene buradan teşekkür ediyorum böyle zor bir romanı bizim dilimize de kazandırdığı için. Çünkü bu eser dünyada sayılı dillere çevrilmiş şimdiye kadar. Sırasıyla Almanca, İngilizce ve İspanyolca’dan sonra da Türkçe. Bence bu önemli ve kim ne derse desin yapılan iyi şeyleri görmek gerekiyor. Üstelik bu konuda bir uzman olan ve Perec Kullanma Kılavuzu’nu hazırlayan Enis Batur’un çeviriyi çok beğendiğini bizzat Cemal Yardımcı ifade ediyor.

1936’da Paris’te doğan Perec ilk kez geniş çaplı olarak1965’te yayımladığı Şeyler’le tanındı ve bu kitapla Renaudot ödülünü kazandı. 1967’de Raymond Queneau ve François Le Lionnais’in kurduğu, matematikçiler ve yazarlardan oluşan OuLiPo (Ouvroir de Littérature Potentielle-Potansiyel Edebiyat İşliği) grubuna katıldı. Bu grup, karşımıza  bugünkü Perec’i çıkardı. Grup özellikle anagramlar, matematiksel söz oyunları ve  bulmacavari yapılarla uğraşmayı seçmişti. Italo Calvino da bu grubun üyesiydi. Perec, bu grubun  etkisinde 1969’da Kayboluş’u yayımladı.

Bu roman bir e lipogramıdır.( Bir harfin kullanılmadığı bir yazım tekniği) Romanda, Anton Voyl (Anton Ssliharf) adlı kahramanın kayboluşu polisiye bir kurguyla anlatılıyor. Anton’la birlikte, dünyadan e harfi de kaybolmuştur. Perec’in kaybolmasına göz yumduğu e harfinin, Fransız işbirlikçiler tarafından Nazilere teslim edilen ve toplama kampında ölen annesini simgelediği rivayet ediliyor. Kitap bir anlamda gücünü de, belki içinde bu e nin bulunmamasından alıyor. Romanda ayrıca bir ailenin yok edilmesi de boşuna değil.Yazar ailesinin yitimini böylece ifade etmiş oluyor.

James A. Kincaid’in ifadesiyle söylersek eğer:

e  pek özlenmediği sürece, eğlencelidir. Bu kitabı fazla anlamak adamı öldürür: ‘Bütün, tamamlanmış bir aydınlanma tarzı parıldayıp donar, göz kırpar sana bana; görüşümüzün, kavrayışımızın sınırları dışında…”

Kayboluş, ilk yayımlandığı 1969 yılından bu yana hayal gücü, mizah duygusuyla bir solukta okunacak bir roman olarak kabul görmüştür. Ayrıca iddialara göre, Perec tarafından açıklanana kadar hiç bir eleştirmen kitabın e harfi kullanılmadan yazıldığını fark etmemiş. Eserde söz oyunlarının dışında, bazı yerlerde kupkuru ifadelere de rastlamak mümkün. Ancak eserin tamamı böyle değil. Bazen çok akıcı bölümler de var. Kitap kendini kolay okutuyor diyebilirim. Eserdeki şiirler harika (bayıldım). Özellikle Mallarmus’a (Mallarme) ait olanı, çevirmen çok güzel ifade etmiş. Biraz da işin içinde dalga var tabii. Ama ben şahsen bayıldım.

Eserde en yakınlarını kaybeden bir çocuğun bir ömür süren derin hüznünün ve doldurulamayan boşluğunun, gülünç öğelerle sarıp sarmalanarak, saf bir edebiyat beklentisi içinde olanların tadına varacakları edebi oyunlarla aktarıldığını görüyoruz. Bir başka açıdan bakıldığında da komplolarla, şaşırtıcı hayatların şaşırtıcı sonlarla bitimlerine tanık olduğumuz fantastik bir öyküdür bu. (Mavrokhordatos ailesinin bütün fertlerinin yok edilmesi) Ama bildiğimiz romanlardan farklı, içinde edebi anlamda çok az şeyin olmadığı çarpıcı bir “başyapıt” la karşı karşıyayız.

Yazımı Enis Batur’un değerlendirmesi ile bitiriyorum:

”Bu kitapta can alıcı ortak noktaya sahip sayısız sözcük kullanılamamıştır: Kayboluş’ta, ‘altıncı harfin’ romana hiç sızmayacağı bir yapı kurmuştur yazar. Büyük paradoks: Çok sık karşılaşılan bir harfin asla okur karşısına çıkmayacağı bir roman yazmaya soyunan yazarın adında dört posta o harfin bulunması. Daha büyük paradoks: İnanılması güç bir ön kuraldan yola çıkmış olmasına karşın, romancının son yarım yüzyılın başyapıtlarından birini yaratması. Kayboluş, harfin sayıyla çarpıştığı, sıfırla sonsuzun birbirini hırpaladığı bir yazı okulunun, Oulipo’nun doruk noktalarından biri. Kayboluş; lirik, akıl dolu, hinoğluhin bir roman.”

( İndigo Dergisi Ocak 2010’da yayınlanmıştır.)

Sizin Kahramanınız Kim ? / Adnan Şerifoğlu

Kahramanlara inanır mısınız? Hiç kahramanınız oldu mu? Onlar olmalı mıdır? Kahramanların çağı bitti mi gerçekten? Kahraman, savaşlarda fedakarlık yapıp bir ulus için, yüce değerler ve inançlar için aziz canını veren kişi midir? Kahraman, olmak isteyip de olamadığımız insan mıdır ? Kahraman, illa ki ölmüş mü olmalıdır yaptığı işin sonunda?

Bütün bu soruları sordurtan ve bazılarının cevabını da okudukça aldığımız bir kitaptan söz etmek istiyorum size; ‘Sizin Kahramanınız Kim?’

Kitap, Ekim 2007′de NTV Yayınlarının 18.kitabı olarak çıkmış. Editörlüğünü Mustafa Alp Dağıstanlı yapmış. Desenlerini Semih Poroy çizmiş. Tasarımı Mustafa Kalemci’ ye ait. Kitapta, çok bilinen kişiler olduğu gibi çoğumuzun adlarını ilk kez, belki, bu kitapta rastladığı 50 kişiden söz ediliyor kahraman olarak….Bunların bazıları birçok yazarın kahramanı: Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşar Kemal… Bazıları ise hiç duymadığımız bir hikâyenin kahramanı veya bir vatan toprağı: Barut Hüseyin, Anadolu Toprağı…

Editör Mustafa Alp Dağıstanlının  “Sunuş” yazısıyla başlayan kitap 303 sayfa. Her yazının sonunda, yazının sahibi yazara ait kısa bilgiler de verilmiş. Kitapta, kırk yazara ait kırk yazı var. Sunuştan öğrendiğimize göre bütün yazılar, yazarların yaşlarına göre büyükten küçüğe doğru sıralanmış.

Editör, kendi kahramanlık anlayışını ve kahramanlık bakışını şöyle ifade ediyor: “Hayat sadece büyük ihanetlerle ve büyük kahramanlıklarla inşa edilmiyor. Daha çok ucuz ihanetlerle ve gündelik  kahramanlıklarla var ediliyor, kendi küçük  çevrelerinde etkileri olan, takdir gören insanlarla. Ama bu insanların sayıları az ve hâkim anlayış; yaşayış, algılayış karşısında sadece kendilerini koruyabilecek kadar güç sahibi oldukları için ( ki az buz bir şey değil ) etkileri de az ve geçici. Bağımsız kafalı, vicdanı hür, psikolojileri ideolojilerin altında ezilmemiş, iğfal edilmemiş ya da psikolojilerinin yerini şu ya da bu ideoloji almamış, dürüst, namuslu, cesur insanlar.”

Kitaptaki “Kahramanlar Geçidi”, Mehmet Uzun’un “Benim Kahramanım Hektor” yazısıyla başlıyor. Mehmet Uzun, yazısına “Mağluplar: İyi Erdemlerin Sembolü” adını vermiş. Hektor için şunları söylüyor: ” Bu bolluk içinde yine de tek bir kahraman seçeceksem eğer, bu Hektor olacaktır. Dünkü ve bugünkü mağlup ve mağdurların sembolü  Hektor!  Troia’nın asi, ama aynı zamanda asil çocuğu Hektor!

Hayat bir arzular toplamı değil, bir hayal kırıklıkları toplamıdır. Hayatta zaferler sayılıdır, mağlubiyetler sayısız… Hektor’un dramı bunun en iyi örneği…”

Bir başka edebiyat adamımız Enis Batur, “Halikarnas Balıkçısı Neden Kahraman Olmasın?” başlığıyla yer alan yazısında; kahraman, anti-kahraman kavramlarını ele alarak şöyle diyor: “Her çağ, her dönem kendi zihniyet ve kanaat kafeslerini yaratır, büyük şemalar inşa eder ve içine kalıplar yerleştirir. Ama bir de, yerinden kolay kolay oynamayan evrensel kategoriler olduğunu bilmek gerekir: Zamandan da, coğrafyadan da pek etkilenmezler. Kahramanlık ve onun bünyesinden, kaburgasından doğduğunu gördüğümüz anti-kahramanlık onlardan biridir….Günümüz kanaat kafeslerinden biri, hiçbir özgün yanı olmayan “ben kahramanlık kavramına karşıyım, kahramanlardan hoşlanmam” yargısı, çok eskidir aslında: Eski Ahid’ deki  Yunus Peygamberin öyküsünden Don Quijote’ye , oradan Aslan Asker Şvayk’a sayısız örnekte önümüze çıkan anti-kahraman, onlara sımsıcak bakıyorsak, sonuç  olarak bizim kahramanlarımızdır.”

Enis Batur, Cevat Şakir’i kahramanı olarak seçmesinin sebebini de şöyle açıklar:

“Cevat Şakir, İstanbullu köklü bir ailenin üyesiydi. Özelin özeli koşullarda yetişmişti, yeni Cumhuriyet’in yaratmak istediği Batı tipi yüksek kültürlü burjuvanın hazır bir örneği, neredeyse modeliydi. Entelektüel ortamda genç yaşta kendisine bir yer açtı. Siyasal sürgünü kısa sürdü, aftan yararlandı, ama geri dönmedi: Artık bir başkası olduğu için, yalnızca yaşama biçimi ve onu kuşatan değerler bütünü değişmedi, kendisine bir de isim seçti: Medeni Kanun önünde anlamı olmayan, resmi yoldan tescil edilemeyecek bir isim. Hayatı onun içini doldurmakla geçecekti.

Ben, insanın, hayatının bir döneminde böylesine köktenci bir karar alarak her şeyi tersyüz etmeyi göğüslemesini kahramanlık örneği sayıyorum…”

Siz, Enis Batur’a ne kadar katılırsınız bilemem, ancak ben, hem Cevat Şakir örneğine hem de  şu son cümlelerine gönülden katılıyorum: “Kahramanlığın ölmesi, bana kalırsa İnsan’ı  ayıran bir özelliğin ortadan kalkması demeye gelir, ki bana kalırsa mümkün değildir. Olsa olsa kahramanlığı aşılmış bir tipoloji, yapıldığında da aptallıkla özdeşleştirmek söz konusu olabilir, kimsenin işine karışılmaz.”

Enis Batur, Cevat Şakir’i kahramanı olarak seçmesinin sebebini de şöyle açıklar:

“Cevat Şakir, İstanbullu köklü bir ailenin üyesiydi. Özelin özeli koşullarda yetişmişti, yeni Cumhuriyet’in yaratmak istediği Batı tipi yüksek kültürlü burjuvanın hazır bir örneği, neredeyse modeliydi. Entelektüel ortamda genç yaşta kendisine bir yer açtı. Siyasal sürgünü kısa sürdü, aftan yararlandı, ama geri dönmedi: Artık bir başkası olduğu için, yalnızca yaşama biçimi ve onu kuşatan değerler bütünü değişmedi, kendisine bir de isim seçti: Medeni Kanun önünde anlamı olmayan, resmi yoldan tescil edilemeyecek bir isim. Hayatı onun içini doldurmakla geçecekti.

Ben, insanın, hayatının bir döneminde böylesine köktenci bir karar alarak her şeyi tersyüz etmeyi göğüslemesini kahramanlık örneği sayıyorum…”

Siz, Enis Batur’a ne kadar katılırsınız bilemem, ancak ben, hem Cevat Şakir örneğine hem de  şu son cümlelerine gönülden katılıyorum: “Kahramanlığın ölmesi, bana kalırsa İnsan’ı  ayıran bir özelliğin ortadan kalkması demeye gelir, ki bana kalırsa mümkün değildir. Olsa olsa kahramanlığı aşılmış bir tipoloji, yapıldığında da aptallıkla özdeşleştirmek söz konusu olabilir, kimsenin işine karışılmaz.”

Kitaptaki diğer örneklere bakacak olursak, Türk Sinemasının gelmiş geçmiş en üretken oyuncularından olan Cüneyt Arkın’ın kahramanının neden Anadolu Toprağı olduğunu şu satırlardan öğreniyoruz: “Bir ömür boyu zaman geçti. Şimdi çalışma odamda, masamın başındayım. Karşıdaki raflarda anamın kınalı elleriyle ördüğü yıpranmış kalın yün kazağım duruyor. Yanında iki ablamın, gaz lambası altında nakışladıkları yazmaları…Babamın sararmış yaşlı, delik deşik yün çorapları… O kısık gözlerinin yeşiliyle bana bakıyor. Çocukluğumu kederli bir hasretle yaşıyorum. Masamın üzerinde, hemen yanı başımda, genç yaşında iki yavru bırakıp giden ve asla genç kız olamayan çilli burunlu küçük ablamın ana ellerinin bahtsız izlerini yıllarca şefkatle saklayan Anadolu toprağı duruyor. Bir avucu da hâlâ anam kokan yazmanın içinde. Onu tarlamızdan almıştım.

Bereketi merhametinde olan bu dost Anadolu toprağı bizi açlıktan kurtarmıştı.

Engerek yılanları bile yaşayamaz denilen uçsuz bucaksız bozkırın çoraklığında bir koca merhametli ana gibi bizi bağrına basmış, varlığıyla beslemiştir.

Benim kahramanım Anadolu toprağıdır.”

Kitapta adı geçen başka kahramanlardan, Rahmetli Rauf Denktaş’tan, Selahaddin Eyyubi’den Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nden, Hakkarili futbolculardan, Oğuz Aral’dan, Aboye  Sait’ten…uzun uzadıya alıntılarla bu sayfaları doldurmak değil amacım, sıcaktan kavrulduğumuz şu yaz günlerinde. Aksine Ramazan ayını da idrak ederken, başkalarının da var olduğunu, başka öykülerin de yaşandığını göstermek; belki ilham alırız, umutlanırız, daha bir güzel bakarız etrafımıza diye…

Yazımın başında “Kahramanlara inanır mısınız ?” diye sormuştum. Ben hâlâ inanıyorum.

İnanmayanlar da olacaktır. Ali Nesin “Ancak korkaklar kahramana gereksinirler ve ancak korkak toplumların kahramanları olur.” dese bile, O’nun da kahramanı var: Aziz Nesin.

Size, özellikle tavsiyem, kitaptan Haydar Ergülen’in “Kedilerin Florence Nightingale’i” ni okumanız. Sinirlerinize iyi gelecektir…

***İndigo Dergisinde 8 Ağustos 2012 tarihinde yayınlanmıştır.

INDIGO © 2012 | http://indigodergisi.com